YAEFOBİ VE BİR NEFRET OBJESİ OLARAK SEZEN AKSU
Kazara bir sapan taşı bir altın kâseye değse, ne taşın kıymeti artar, ne kıymetten düşer kase.
Bu yazıyı yazmak ile yazmamak arasında çok gittim geldim. Gittim, geldim. Bir acı kahvenin bile 40 yıllık hatırı olan şu dünyada, aşağı yukarı 40 yıldır hayatıma değen, onu etkileyen bir insanın kimliğinde somutlaşan, bu kimliğe yöneltilen öfkenin nedenlerini anlamaya çalışıp, bunu yazıya döksem mi dökmesem mi ikileminde gittim geldim. Ne yalan söylemeli, Y.Ozdil’in 15 Mart’ta Hürriyet’te yayınlanan Firuze yazısı olmasaydı bu ikilem sürer giderdi, belki de.
Evet, Sezen Aksu’dan bahsediyorum.
16 Şubat Pazar günü Hürriyet
Gazetesi’nden Behlül Aydın Sezen Aksu’nun Bostancı Gösteri Merkezi’nde verdiği
konser ile ilgili bir haber yayınladı. Habere göre, Sezen Aksu 14 Şubat’ta
verdiği konserde Türkiye gündemine göndermede bulundu, gençlere “sınırsız
özgürlük” mesajları verdi: “Ne kadar
katılırsınız bilmem ama insan karanlık bir varlık aslında. İçinde her şeyi
barındırıyor. Bence hayatın yüceltilmesi sınırsız özgürlükten geçer. Herkesin
bir anı vardır; jandarmaya, polise ve her türlü güce karşı... Herkesin bir
eşiği vardır. Herkesin her şeyi göze aldığı bir an vardır. Bunu fark
edemezseniz, tarihin karanlığına gidersiniz. Tarihin karanlığına sadece öyle
değil ‘ah’ ile gidersiniz ki ‘ah’ kadar beter bir şey yoktur hayatta.”
Konser sırasında gençlere ithaf ettiği “Yeniler ve Yeni Kalanlar”ı da
seslendiren Aksu, şarkıya başlamadan önce şöyle dedi: “Bu şarkıyı Gezi’den sonra oğlum Mithat Can ile birlikte yazdım. Hayat,
bu yeni dünyanın yeni gençlerinin taze fikirleri ile, onların omuzlarında
yükselecek.” (1)
Ne güzel sözler değil mi, gençleri ve
özgürlüğü taltif eden, kutsayan? Bu sözlere bir itirazınız var mı?
Bu sözler şarkıda geçen “sokaktaki
Ali” ile buluşunca ve internet sitelerinde haber “Sezen Aksu, Gezi Olayları ve
olaylarda ölen Ali İsmail Korkmaz için şarkı yazdı başlıkları” ve “Aksu –
Korkmaz fotoğrafları” ile birleşince, Sezen Aksu belirli bir kesim nezdinde
derin bir öfkenin hedefi haline geldi. Twitter ve Facebook bu öfkenin kusulduğu
meydanlar oldu.
Aradan yaklaşık bir ay geçip, Berkin
Elvan’ı yitirmemiz üzerine resmi internet sitesinde Berkin’e hitabı ile başlayan ve “Soğukkanlılığını,
muhakeme yetisini kaybetmiş bir kibir, iktidar ve güç zehirlenmesinden doğan
bir vicdan tutulması Berkin’i de aldı… Küçücük Berkin’i. Gülüşünü, çocukluğunu,
gençliğini, hayallerini, hayata katacağı artıları, değerleri… Berkin,
oğulcuğum, güzel çocuğum… Kavrulan kalbim, sızlayan ciğerim... ” diye devam eden ve “Hayat ileriye akar. Bazen 16 kilogramlık bir çocuk bedeninin üzerinden
yükselerek, yeniden anlamlanır. Görüyorsun değil mi, sen bizi
birleştiriyorsun şu anda…” ile biten bir yazı yayınladı (2)
Ne kadar anlamlı sözler değil mi,
yüreğimize ve vicdanımıza dokunan? Bu sözlere bir itirazınız var mı?
Bu sözler sonrasında Sezen Aksu bir
kez daha derin bir öfkenin hedefi haline geldi, hatta öfke hızla nefrete
dönüştü, nefret bazılarının dilinde sosyal linçe evrildi; hiddet Facebook ve
Twitter’dan gazete sayfalarına, bazı televizyon ekranlarına ve radyo
istasyonlarına uzandı.
Peki, neden?
Sezen Aksu, 2009 yılı Ağustos ayında Kürt açılımına "Annemle, babamla konuştum. Son açılımınızı hep birlikte, canı gönülden destekliyoruz. Sürecin güzel bir şekilde tamamlanması için elimden geleni yapmaya hazırım. Annem ve babam, bu sürecin karşısında duranları iki cihanda lekeli kabul ediyorlar, ben de öyle görüyorum. Türkiye'nin her köşesinde ayrı bir güzellik var. Türkiye'nin her karesi aynıdır, bizim ayrımız gayrımız yok, olamaz da" diyerek destek vermiş ve 2010 Anayasa Referandumu öncesinde de “Eksikliklerine rağmen tabii ki evet diyeceğim. Dört dörtlük, gerçek bir toplumsal uzlaşmayla hazırlanacak çok daha kapsamlı ve özgürlükçü nihai şeklini alana kadar da evet demeye devam edeceğim!" sözleri ile oyunun rengini belli etmişti.
Evet, o Kürt Açılımı’nın
destekçisiydi. Evet, o bir Yetmez Ama Evet’çi idi.
Kendi tarihçesine ihanet etmemişti. Ortalıkla açılımın a’sı yokken uyarılara ve caydırmalara rağmen 2002 yılı 21 Mart Newroz günü “yirmi sekiz yıldır sivil hareketlerin dışında, her türlü siyasi görüş ve tavıra eşit mesafede durmaya çalışan Egeli Sezen” olarak HADEP’in davetini kabul edip, Diyarbakır’da beş yüz bin kişiye “Gülümse” demişti (3) (4). Yine aynı yıl askeri muktedirlerin “bula bula bugünü mü buldular” dedikleri 30 Ağustos günü Efes Antik Tiyatro’da Rum, Ortodoks, Ermeni ve Musevi koroları ile Diyarbakır Belediyesi Çocuk Korosunun eşlik ettiği Türkiye Şarkıları Konseri’nde Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Rumca şarkılar, türküler söylemiş ve “Bu konsere Türkiye Şarkıları adını verdik. Bizim gerçeğimiz bu. Asırlardır birlikte yaşıyoruz. Bu olağanüstü topraklarda, bütün sesler bir arada olsun, birlikte şarkı söyleyelim istedik” demişti. Konserlerinde "Kimse kendini seçerek gelmiyor dünyaya. Ve biz küçücük aklımızla insanlara etiketler yapıştırıyoruz. Nasıl, böyle bir hadsizlik yapıyoruz bilmiyorum ama yapıyoruz. Biz hepimiz adaletsizliğin ortağı oluyoruz. Halbuki doğada her şey var. Size, bana kimseye sormadan var. Olmalı zaten. Evren, kainat böyle bir şey. Ne haddimize ya! O yüzden de hepimizin hayatında hiç umulmadık anlarda çıkan sürekli bir vicdan azabı, sürekli bir suçluluk duygusu var. Bundan kurtulmak bizim elimizde. Ne zaman olacak bilmiyorum ama çok dua ediyorum. İçim yarılıyor üzüntüden” ve “Bütün çocuklar eşit doğar, ama yaşam kimine daha iyi davranır, daha çok şans tanır, eşitlik bozulur. Yaşamın herkes için eşitlenmesi insanın en kutsal amacıdır” demişti.
Kendi tarihçesine ihanet etmemişti. Ortalıkla açılımın a’sı yokken uyarılara ve caydırmalara rağmen 2002 yılı 21 Mart Newroz günü “yirmi sekiz yıldır sivil hareketlerin dışında, her türlü siyasi görüş ve tavıra eşit mesafede durmaya çalışan Egeli Sezen” olarak HADEP’in davetini kabul edip, Diyarbakır’da beş yüz bin kişiye “Gülümse” demişti (3) (4). Yine aynı yıl askeri muktedirlerin “bula bula bugünü mü buldular” dedikleri 30 Ağustos günü Efes Antik Tiyatro’da Rum, Ortodoks, Ermeni ve Musevi koroları ile Diyarbakır Belediyesi Çocuk Korosunun eşlik ettiği Türkiye Şarkıları Konseri’nde Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Rumca şarkılar, türküler söylemiş ve “Bu konsere Türkiye Şarkıları adını verdik. Bizim gerçeğimiz bu. Asırlardır birlikte yaşıyoruz. Bu olağanüstü topraklarda, bütün sesler bir arada olsun, birlikte şarkı söyleyelim istedik” demişti. Konserlerinde "Kimse kendini seçerek gelmiyor dünyaya. Ve biz küçücük aklımızla insanlara etiketler yapıştırıyoruz. Nasıl, böyle bir hadsizlik yapıyoruz bilmiyorum ama yapıyoruz. Biz hepimiz adaletsizliğin ortağı oluyoruz. Halbuki doğada her şey var. Size, bana kimseye sormadan var. Olmalı zaten. Evren, kainat böyle bir şey. Ne haddimize ya! O yüzden de hepimizin hayatında hiç umulmadık anlarda çıkan sürekli bir vicdan azabı, sürekli bir suçluluk duygusu var. Bundan kurtulmak bizim elimizde. Ne zaman olacak bilmiyorum ama çok dua ediyorum. İçim yarılıyor üzüntüden” ve “Bütün çocuklar eşit doğar, ama yaşam kimine daha iyi davranır, daha çok şans tanır, eşitlik bozulur. Yaşamın herkes için eşitlenmesi insanın en kutsal amacıdır” demişti.
Kendi tarihçesine ihanet etmemişti; duruşu,
tavrı, davranışı tutarlıydı. Tercihini vicdanın, vicdanının sesinden yana
yapmıştı, “ölümlere hayır, daha fazla özgürlüğe evet” demişti. Üstelik bu
“evet”, altını çizerek hatırlatmak lazım ki, Anayasa Referandumu’ndaki pakete “dokunulmazlık”
ile ilgili bir düzenleme getirilmesi durumunda CHP’nin de “evet” diyeceğini açıkladığı
değişikliklere verilen bir destek idi (5).
Peki, o zaman “sorun” neredeydi,
Sezen Aksu’ya yönelik bu öfke, nefret ve hatta sosyal linç nereden
besleniyordu?
Evet, Sezen Aksu kendi tarihçesine
ihanet etmemişti, ancak 2010’lu yıllarda bazı sevenlerinin yüreği de burulmuştu,
kimileri kırılmıştı, kimileri küstü, hatta bazıları verilen bu iki desteği bir
ihanet olarak değerlendirdi. Çünkü bu topraklarda verilen desteğin ne adına verildiği
değil, kime verildiği önemliydi. Burası “ya siyahsın ya da beyaz/ Ya hep ya hiç,
öyle yok biraz” denilen bir toplumdu. Ancak yine de bu “kırgınlık dönemi”
sanatçı ile hayranları arasında, özel ilişkilerinde kalmış ve kamuya tezahürü
kısıtlı bir çevre arasında olmuştu.
Ancak Türkiye’nin sertleşen politik
iklimine ve kutuplaşan sosyal yapısına paralel şekilde bu “kırgınlık ilişkisi”nin
daha fazla gündeme gelmeye başladığını – bazı çevrelerde kasıtlı olarak gündeme
getirildiğini – gözlemlemeye başladık. Artan bir ivme ile Sezen Aksu, AKP’ye
karşı yükselen toplumsal muhalefetin hedef tahtasına oturtulmaya çalışıldı.
Facebook ve Twitter başta olmak üzere
internet ortamında son bir ayda Sezen Aksu’ya yönelik yazılan eleştirilere
hızla bir göz atıldığında çok önemli bir bölümünün kendisini “yetmez ama
evetçi” olmakla, bu nedenle de AKP’nin yarattığı ortamdan ve bunun sonucunda
yaşananlardan sorumlu olmakla suçladığını görüyoruz. Bazı ağır hakaretleri ve insanlıktan
nasiplenmemiş kimi temennileri bir yana bırakacak olursak, en hafifinden Aksu’nun
“bugüne değin Gezi Olayları için konuşmamışken” Gezi ve olaylarda yitirdiğimiz
gençleri ağzına almaya hakkı olmadığına inananların olduğunu gözlemliyoruz (6)
(7). Aksu, iki kez “açık açık AKP’ye destek vermişti”, Yetmez Ama Evet’çiydi, yaşananlardan
sorumluydu, şimdi konuşma hakkı yoktu.
Yetmez Ama Evet’in (YAE) ortaya çıkış
nedeni ve bu alanda savunulan argümanlar üzerine yazılmış onlarca yazı, makale
bulunuyor ve bunları yeniden tartışmaya açmak bu yazının amacını aşıyor. Ancak,
şurası bir gerçek ki, sosyal genleri gereği hemen her konuda keskin kamplara
ayrışan, farklı renklerin yaşamasına kolay kolay izin verilmeyen ve sadece
siyah ile beyazın hüküm sürdüğü bu coğrafyada ara seslerin, düşüncelerin yaşam
alanı bulması çok zor. Referandumun özünün “Anayasa değişikliği”nden “AKP’ye
Evet” ya da “AKP’ye hayır” eksenine hemen dönüştürüldüğü bir ortamda Yetmez Ama
Evet gibi bir “alternatif düşünce”nin hayatiyet bulması, saygınlık edinmesi
oldukça güç. Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak Referandum’da Yetmez Ama
Evetçiler’in ya da Yetmez Ama Evetçiler’den etkilenip “evet” diyenlerin sayısı
%58’lik seçmen kitlesi içinde oldukça sınırlı kaldı. Ancak, bazı kesimler 2010
yılından beri Türkiye’de yaşanan her olumsuz gelişmeyi Yetmez Ama Evet
üzerinden açıkladılar, Yetmez Ama Evetçiler’i Türkiye’nin bugününden sorumlu
kıldılar. Burası olayların “olasılıklar”, “ilişkiler” ile değil, “nedensellikler”
ile açıklandığı topraklardı.
Yetmez Ama Evetçiler’in Türkiye’de
yaşanan her olumsuz gelişmeden, AKP’nin her anti-demokratik uygulama ve
söyleminden sorumlu tutulmasının çok temel bir nedeni var. YAE’ciler 2010
sonrasında şekillenmeye başlayan yeni Türkiye düzeninin günah keçisi oldular.
Bilindiği gibi, günah keçileri bireyin bir diğer bireyi, bir bireyin bir sosyal
grubu, bir sosyal grubun seçili bir bireyi ya da sosyal grupların birbirini
hedeflemesi sonucunda seçilebilmektedir. Bir sosyal grubun uzun süreli olarak hedefini
gerçekleştirememesi ve bu hedefin gerçekleştirilmesinde engel olarak bir sosyal
grubu teşhis etmesi ya da o grubun engel teşkil ettiğine inanması durumunda “günah
keçisi mekanizması”nın hızla devreye girdiği sosyal bilim araştırmalarında gözlemlenmiştir.
AKP’nin güçlenmesinden sorumlu
tutulan YAEciler, AKP’ye tepki duyan sosyal kesimlerin rahatlıkla
suçlayabilecekleri, hedef gösterecekleri, kendilerince ezebilecekleri bir hedef
haline geldiler, üstüne üstlük bu “üstünlük” onlara farklı bir haz da sunmaya
başladı: “gücün gerçek rakibine yetmiyorsa, onu bugün alaşağı edemiyorsan, onun
yerine bir başka hedef yarat ve bu hedefe yapacağın her saldırıdan haz al,
üstelik bir tepki verdiğin için kendini iyi de hissedersin”. İşin ilginç
tarafı, YAE’cilerin ve bir çok liberalin AKP ile Referandum’da Evet oyu
üzerinden kurdukları “ittifak” dağılıp
parçalanmışken, YAE üzerinden siyaset yapanlar geçmişte takılı kalmışlardı.
Sezen Aksu da bugün başta ulusalcı
kesim olmak üzere, a priori anti-AKP’li bir grup kentli beyaz Türk’ün YAEfobi’sinin
(Yetmez Ama Evet Fobisi) kurbanı oldu. Her türlü melanetin hala YAE üzerinden
açıklandığı sosyal ortamda Sezen Aksu’ya da YAE üzerinden saldırıldı. Sezen
Aksu bugün toplumda yaşanan hezeyanların, akıl tutulmasının, kutuplaşmanın,
çatışmanın, adını her ne koyarsanız koyun, kurbanı olarak seçildi. Başbakan’ın gittikçe
şiddetlenen anti-demokratik, totaliter tavrı ve söylemi karşısında yükselen
tansiyona paralel şekilde dozu artan bir şekilde Sezen Aksu’ya karşı hiddet,
kin ve nefret içeren bir dil dolaşıma sokuldu.
Peki, neden Sezen Aksu kurban seçilmişti?
Neden Sezen Aksu’ya karşı bir linç uygulanmaya başladı? Bir tek Sezen Aksu mu
“yetmez ama evet” demişti Türkiye’de?
İster beğenin, ister beğenmeyin, Sezen Aksu, bugün popüler kültür dünyasının en güçlü figürlerinden birisidir. Aslında Aksu gücünün doruk noktasına eriştiği 2000’li yılların başında aynı zamanda en kırılgan konumuna gelmişti. Toplumların çok güçlü insanları (ve kurumları) çok sevmedikleri, güçten rahatsızlık duydukları bilinen bir gerçektir. Bunun için de fırsat buldukça bu gücü zayıflatmayı içten içe isterler, ellerine geçen fırsatı kullanırlar. Bu nedenle gerçek hedef her zaman güçlü olandır, zayıf olan değil. Güçlü olanı zayıflatmanın, onun üzerinden prim yapmanın hazzı diğerlerini zayıflatmaktan alınacak hazdan çok daha fazladır, çok daha önemlidir. İşte de tam da bu nedenle “Yetmez Ama Evet” demiş birçok popüler isim içinde Sezen Aksu seçilmiştir. Sezen Aksu ile bir başka sanatçıya “vurmanın” hazzı aynı değildir, olamaz.
Üstelik Sezen Aksu Yetmez Ama
Evetçiler içinde toplumun çok daha geniş kesiminin bildiği, “erişebildiği” bir
isimdir. Diğer Yetmez Ama Evetçi sanatçılara, yazarlara, akademisyenlere sıra
gelinceye kadar Aksu çok daha kolay, ulaşılabilir ve erişilebilir bir hedeftir.
Her gün gözümüzün önündedir. Daha popüler bir işle ilgilenmektedir ve
hayatımızın 40 yılına nüfuz etmiştir. Her an ve her yerde bizimledir. Elimizin
altındadır.
Bunun yanı sıra, Sezen Aksu, düşüncesini
ifade etmekten hiçbir şekilde sakınmayan, fikirlerini özgürce paylaşmaya devam
eden bir kişidir. Onca geri püskürtmeye karşın o kendi düşüncesini ifade
etmektedir. İşin ironisi, Sezen Aksu’ya saldıranların en çok gözden
kaçırdıkları husus da bu oldu. Aksu’ya “sus, otur, senin konuşmaya hakkın yok,
sen bu hakkı çoktan kaybettin” diyenler, Başbakan’ı anti-demokratik olmakla,
özgürlükleri ve özellikle ifade özgürlüğünü sınırlamakla ve otoriterlikle
suçlarken, benzer bir davranışı kendileri sergilediler, düşmanı kendi
suretlerinde yeniden ürettiler.
Sezen Aksu hiçbir zaman kendisini “bir
özgürlük savaşçısı”, “şu” ya da “bu” olarak sunmadı. Olsa olsa, bu misyonu ona
biz yüklemiş, bunu ondan biz istemiş olabiliriz. Beğenelim, beğenmeyelim, o
fikirlerini ve şarkılarını özgürce bizimle paylaştı. Sonuç olarak, ayinesi
iştir kişinin lafa bakılmaz denir; çağdaş bir vakanüvis gibi toplumsal
hafızamızda yer etmiş günler ve olaylar için bizimle paylaştıkları da ortada: 1945,
Aşkları da Vururlar, Ayar, Ceylan, Cumartesi Türküsü, Dargın Değilim, Dua, Güvercin,
Hakim Bey, Kardelen, Lal, Memet, Son Bakış, Sürgün, Tanrı’nın Gözyaşları ve Ünzile.
İşte tam da bu nedenle ve her şeyden de çok son 40 yıldır kişisel tarihlerimize damga vurduğu için Y.Ozdil’in yazısı
beklenen etkiyi yaratmadı ve hatta ötesinde sosyal medyada Sezen Aksu’ya sahip
çıkanlar kendilerini gösterdiler ve “Faşizm böyle bir şey. 1 adım atar,
görmezlikten gelirsin, 5 adım daha atar, ümüğünü sıkar. Sezen Aksu size kuş edilmeyecek
! hadi yallah !” (V.K.U.) tweet’leri atıldı. Hayat kendi dengesini
kuruyor.
(6) Sezen Aksu’nun Gezi Olayları ile
ilgili değerlendirmeleri için;
(31 Mayıs 2013) http://sezenaksu.com.tr/#/Tr/Duyuru/Detay/8601,
(05 Haziran 2013) http://sezenaksu.com.tr/#/Tr/Duyuru/Detay/860
(05 Haziran 2013) http://sezenaksu.com.tr/#/Tr/Duyuru/Detay/860
(06 Haziran 2013) http://sezenaksu.com.tr/#/Tr/Duyuru/Detay/8
(7) 2013 Sezen Aksu Harbiye Konseri’nden http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/sezen-aksu-gokkusagi-acti-28151
Harika bir analiz...her kelimesine katılıyorum üstadım. Bir Sezen Aksu hayranı olarak kaleminize yüreğinize sağlık Ali Arslan
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, sevgiler
Sil