DÖNÜŞÜM 1
Tüm pazarlama dünyasının araştırma sektöründen ana beklentisi son derece
net: isabetli öngörülerde bulunabilmek.
Araştırmalardan veri ve bilgi beklentisini çoktan geride bırakan
pazarlama dünyası, içgörü keşfi ile ilgili beklentilerini de hızlı bir şekilde
tüketti. Veri ve bilgi üretim dönemi ülkemizdeki pazarlama araştırması
sektörünün uzunca bir dönemine damga vururken, içgörü üretim dönemi çok
daha kısa sürdü. Devir artık öngörülü araştırma yapabilme, öngörü üretim dönemi.
İçgörüden öngörüye hızlı bir şekilde geçiş yaptık. Kuşkusuz ki, bu
değişimler, bu dönüşümler kesik periyodlarda, birbirinden bağımsız bir şekilde
ortaya çıkmıyor; her bir dönem bir öncekinden beslenerek ve onunla eş zamanlı
yaşayarak, süreklilik ilkesi çerçevesinde araştırma üretimine ve tüketimine
damga vuruyor.
Yaşadığımız bu değişimin kök salabilmesi, yaygınlaşabilmesi ve araştırmaların
isabetli ve tutarlı öngörülerde bulunabilmesi için temel bir ilkenin kabul
edilmesi gerekiyor.
Paradigma
Dönüşümü
Bu temel ilke tüketicileri doğru tanımanın ve onları bir bağlam içinde ele almanın gerekliliği; bunun yolu da tüketiciye insan olarak yaklaşmaktan, tüketiciyi insan olarak değerlendirmekten geçiyor.
Yaptığımız her araştırma aslında tüketicileri “yapay bir gündem içinde”
ele alan, onları belli bir ürünün tüketicisi ya da kullanıcısı olarak
nitelendiren çalışmalar. Kullandığımız bilgi toplama yöntemlerinden bağımsız olarak
tüm araştırmalarımız tüketicileri “a bankasının müşterisi”, “b hizmetinin kullanıcısı”,
“c markasının izleyicisi” ya da “z markası içicisi” olarak tanımlıyor. Bu
operasyonel tanımlama aslında insanı çıplak bırakan, onu tek bir niteliğe
hapseden bir düşünce sistematiğinin ürünü. Araştırmalarımızda tüketicileri
adeta bir vakum fanus içinde, birçok farklı faktörden soyutlayarak ele
alıyoruz.
Araştırmanın kendi dinamiklerini ve hedeflerini düşündüğümüzde kuşkusuz
ki bunda hiçbir sorun yok; ta ki, biz araştırmacılar bu tüketicilerin sabahları
yataktan “a markası müşterisi” ya da “z markası tüketicisi” olarak
kalkmadıkları ve tüm günlerini bu markaların ve ürünlerin etrafında yaşamadıkları
gerçeğini kabul edinceye kadar. Biz araştırmacıların tüketicileri “a markası
tüketicisi” yerine “insan odaklı” bir yaklaşımla farklı bir noktada konumlandırmamız
aslında işin kilit noktası, onları doğru anlamanın anahtarı bizim bu seviye
değişimini yaşamamızda ve araştırmalarımıza yansıtmamızda yatıyor.
Bu paradigma değişiminin bizi taşıdığı nokta insanı bir bağlam içinde ele
alma çabasından hiç farklı değil. Araştırmalarımızdaki tüketiciler bir bağlam
içinde değerlendirildiklerinde farklı bir değer kazanıyorlar ve tüketiciden
insana doğru bir geçiş yapıyorlar. Bu geçiş sürecinde, tüketiciden insana giden
yolculukta bize eşlik eden, bu yolculuğu mümkün kılan birçok disiplin
bulunuyor. Araştırma dünyasının başta sosyoloji, psikoloji, ekonomi ve antropoloji
olmak üzere son derece geniş bir disiplin yelpazesi ile uzun bir zamandır
işbirliği gerçekleştirdiğini ve bu disiplinlerin bilgi üretim araçlarını ve
düşünce sistematiğini kullandığını biliyoruz. Tüm bu disiplinler bizi tüketicilerin
insani vasıflarıyla karşı karşıya getiriyor, bizi insanla buluşturuyor.
İnsanı tanıma aşamasında ve doğru öngörüler geliştirme sürecinde bize en çok destek olabilecek disiplinlerin başında demografi geliyor.
Dönüşen
Nüfus Yapımız
Demografi, bir toplumun nüfus yapısını, hareketliliğini ve dönüşümlerini
inceleyen ve geleceğe dair isabetli tahminlemelerde bulunabilen bir sosyal
bilim dalı.
Bizim gibi, hızlı bir demografik dönüşüm geçiren toplumlarda bu disiplin
daha da önem kazanıyor. İçinde bulunduğumuz toplumun dönüşen yapısı “tüketici
kimdir” ve “tüketicinin dünyası nelerden etkilenmektedir” sorularını makro
düzeyde yanıtlandırabilmemiz için eşsiz ipuçları sunuyor.
Hepimizin hatırlayacağı gibi, TÜİK geçtiğimiz aylarda 2021 nüfus
verilerini açıkladı. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt bilgilerine göre nüfusumuz bir
önceki seneye kıyasla 1.065.911 kişi artarak 84.680.273 kişiye ulaştı. 2020 yılı
nüfus artışımız 459.365 kişi ile sınırlıydı. Nüfus artış hızı da 2021’de binde
12.7 olarak ilan edildi, ancak geçtiğimiz sene bu oran geçmişe kıyasla ciddi
bir kırılma yaşayarak binde 5.5 olarak açıklanmıştı. Bu oran 2019’da binde 20, 2018’de
binde 14.7 ve 2019’da binde 13.9 idi.
Nüfus artış hızında 2019 ve 2020 yıllarında yaşanan bu iki atipik durumu
bir yana bırakacak olursak, 2021 nüfus verilerinin bize verdiği temel mesaj
nüfus yapımızdaki dönüşümün artarak devam etmesidir.
Geçmişin klasik övünç cümlelerinden “biz genç bir nüfusuz” artık hiçbir
geçerliliğe sahip olmayan bir cümle. Aslında bu cümlenin uzun süredir bir
geçerliliği yok, ancak dil ve düşünce tembelliğimizden hala bu cümleyi ara sıra
kullanabiliyoruz. Oysa ki nüfusumuz hızla yaşlanıyor. Türkiye’de ortanca
yaş 2000 yılında 24.8 iken, 2010’da 29.2’ye yükseldi ve 2020’de de 32.7 oldu. 2021
yılındaki ortanca yaş da 33.1 oldu (1).
Nüfusun yaşlandığını gösteren bir başka değer 0-14 yaş grubu (çocuk
nüfusu) ile 65 yaş ve üstünün (yaşlı nüfus) toplam nüfus yapısı içindeki
oranları. 2000 yılında nüfusumuzun yüzde 29.8’i 0-14 ve 5.7’si 65 yaş ve üzerinde
bulunuyorken, 2010 yılında bu oranlar sırasıyla yüzde 25.6 ve yüzde 7.2 olarak
tespit edilmişti. 2020 yılına geldiğimizde ise, 0-14 yaş grubu nüfusumuzun
yüzde 22.8’ine geriledi ve 65 yaş ve üstü nüfusun payı da yüzde 9.5’e yükseldi.
2021 yılında da bu dönüşüm devam etti ve 0 – 14 yaş grubu yüzde 22.4’e
düşerken, 65 yaş ve üzeri nüfus yüzde 9.7’ye yükseldi (2).
Türkiye’nin yaşlanan nüfus yapısının kaynağı da bize önemli mesajlar
veriyor. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre, ülkemizdeki kadın
ve erkek nüfus yapısı oldukça ilginç bir denge izliyor. Her ne kadar genel
nüfus yapısı yüzde kadınlar için 49.9 ve erkekler için de yüzde 50.1 olarak
neredeyse eşit gibi dağılsa da, aslında nüfus yapısı 0 – 59 ve 60 yaş ve üzeri
olmak üzere iki ayrı büyük dilim içinde önemli farklılıklar taşıyor.
0 – 59 yaş arası erkeklerin ve 60 yaş üzeri de kadınların çoğunlukta
oldukları yaşlar. 0 – 29 yaş grubunda kadınların oranı yüzde 49 iken, 30 – 59
yaş grubunda nüfus yapısı dengeye ulaşıyor ve 60 yaş üzerinde ise kadınlar
lehine bozuluyor; 60 – 74 yaş grubunun yüzde 52’si, 75 – 89 yaş grubunun yüzde
59’u ve 90 yaş üzeri nüfusun da yüzde 73’ü kadın.
Türkiye’nin demografik yapısına ilişkin olarak biraz önce kurduğumuz
“Türkiye nüfusu yaşlanıyor” cümlesi bu saptama ile farklı bir derinlik
kazanıyor. Türkiye nüfusu yaşlanıyor, ama yaşlanan nüfus da kadınlardan
oluşuyor.
Nüfus verilerinin üçüncü mesajı da 15- 64 yaş grubuna ve bu grubun
bakmakla yükümlü olduğu diğer yaş gruplarının oranına dair.
Bu nüfus kesimi aslında ülkenin çalışabilir nüfus yapısına işaret ediyor.
15 – 64 çalışabilir yaş grubu toplam nüfus içinde 2000 yılında yüzde 64.5 iken,
2010 yılında yüzde 67.2’ye, 2020 yılında yüzde 67.7’ye ve geçtiğimiz sene de
67.9’a ulaştı. Bu yaş grubundaki kişi başına düşen çocuk ve yaşlı birey
sayısını gösteren toplam yaş bağımlılık oranı düşüş eğilimi gösteriyor.
Bu rakam 2000 yılında yüzde 55 iken, 2010’da yüzde 48’e düşmüş ve 2020 yılında yüzde
47.7 olmuştur. 2021 yılında bu oran yüzde 47.4’e düştü.
Çalışma
yaşındaki nüfus oranının yükselmesi ülkenin
önündeki en önemli problemlerden birisi olan işsizlik konusunun hiç de kısa
vadeli bir sorun olmadığını gösteriyor. Çocuk nüfusunun hızla azalarak
çalışabilir nüfusa geçmesi sorunun derinliğinin altını çiziyor.
Bir sonraki ay demografi konusunda kaldığımız yerden devam edeceğiz …
01 Haziran 2022'de yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder