İŞTE HAYATINIZ
Bu ayın başlarında
Twitter’da bir haber görmüştüm, çok net hatırlıyorum. Gazete Duvar bir
ambulansın yolda ilerlemesini sağlamak için araçların fermuar sistemiyle yol
vermesini haber yapmıştı. Evet, herhangi medeni bir ülkede günlük hayatın
sıradan bir uygulaması bizde haber değeri taşıyor.
Bu konunun haber
niteliğini pekiştiren boyut Sağlık Bakanı ile İstanbul Valisi’nin bu
davranışlarından ötürü sürücülere teşekkür etmesiydi. Bakan Koca bu “örnek
davranışa” yönelik teşekkürünü sosyal medya hesabından kamuoyu ile paylaşmıştı.
Fermuar sisteminin uygulanması ve bunun devlet ve hükümet temsilcileri
düzeyinde teşekkür ile ödüllendirilmesi zaten olması gerekenler üzerinden mutlu
olduğumuzu, kendimizi iyi hissettiğimizi bir kez daha hatırlattı bana. Ülkenin içinde
bulunduğu duruma, geldiğimiz seviyeye bir bakar mısınız?
Vasat hayatlar üzerinden
mutluluk devşiriyoruz.
Çok değil kısa bir süre
sonra vasat hayatlarımızın bile pamuk ipliğine bağlı olduğunu, hayatımızın
aslında vasat olmak bir yana, ödünç hayat kategorisinde değerlendirilmesi
gerektiğini, bize ödünç olarak bağışlanan bu hayatın ne denli değersiz olduğunu
tüm ülkece gördük.
Kahramanmaraş merkezli
10 şehri etkileyen, cumhuriyet tarihinin ikinci büyük depremi 6 Şubat’ta köyleri,
ilçeleri ve kentleri yerle bir etti, haritadan sildi. Üzerine 20 Şubat’ta büyük
Hatay depremini yaşadık. Tüm bu depremler silsilesinde şehirlerin altyapıları
çöktü, kamu binaları yerle bir oldu,
havalimanları ve otoyollar kullanılamaz oldu. Şehirlerdeki hastaneler devre dışı
kaldı. Yenisiyle eskisiyle binalar birer birer yıkıldı. Yüzbinlerce insan
şehirlerini ve köylerini terk ederek geçici ya da kalıcı şekilde göçmen oldu.
Depremlerde on binlerce insanı kaybettik. On binlercesi de göçük altında kaldı. Saniyelere karşı hayat mücadelesi veren insanlara yardım ulaştırılmadı, kurtarma ekipleri bu göçüklere müdahale etmedi. Canını kurtarabilen binlerce insan da sokaklarda aç ve susuz kaldı, soğuğa karşı kendi alabildiği önlemleri aldı. Cumhuriyet tarihinde ilk kez depremzedelere haftalar sonra bile çadır, konteyner ev ve portatif tuvalet sağlanamadı.
Kışın en sert
koşullarında meydana gelen bu depremlerde yalnız kaldık. Toplum yalnız
bırakıldı. Devleti görmedik, göremedik. Adıyaman’dan, Hatay’dan ve Maraş’tan
yardım bekleyenlerin haykırışları hepimizin hala kulaklarında. Dayanışma
yaşatır şiarına sarılan toplum bir kez daha kendi yaralarını sarmak için
seferber oldu.
Türkiye’de toplumun bu
tür kriz anlarında örgütlenme ve dayanışma becerisi son derece gelişmiş. Toplum
devletin attığı adımların çok daha ötesinde hızla örgütlenebiliyor, yardıma ve
desteğe ihtiyaç duyanların yanında olabiliyor. Bu toplumsal pratiğin ne kadar
gelişmiş olduğunu doğal afetler dışında COVID 19 pandemi döneminde de
görmüştük.
Üstelik bu kez
yaşadığımız dayanışmanın öncekilerden son derece önemli bir farkı var.
Türkiye’de toplum depreme önemli bir ekonomik krizin gölgesinde yakalandı,
aylardır yazıp çizdiğimiz, konuştuğumuz derin yoksullaşmaya rağmen herkes işin
bir ucundan tuttu ve depremzedelerin yardımına koştu. Krizi ve kendi
ihtiyaçlarımızı unuttuk; herkes elde avuçta ne varsa paylaşmaya ilk günden itibaren
hazırdı. Bu gerçeklik son dayanışma dalgasını daha da değerli kılıyor.
Devletin müdahale ve
desteğe geç kalması örgütlü ya da örgütsüz toplumsal dayanışmanın gücünü
arttırdı. Devletin uzun süre sahalarda görünmemesi sonucunda umudumuzu sivil
toplum kuruluşlarına bağladık.
Bu ülkede ne varsa, toplumun
dayanışma anlayışında ve sivil toplum örgütlerinde var.
Türkiye’de sivil toplum
anlayışı dayanışma, gönüllülük ve toplumsal fayda üretme üçgeni üzerinde
yükseliyor. Toplumsal belleğimizde sivil toplum bu kodlarla tanımlanıyor.
Toplumun devletle kurduğu ilişki ne kadar zayıflarsa ve hatta kırılırsa sivil
topluma ve sivil toplum kuruluşlarına yönelik beklentiler de o denli
kuvvetleniyor. Toplum gözünde devlet ve sivil toplum bir tahterevallinin iki
ucunda duruyor ve bu denge devletin etki gücüne göre şekilleniyor.
Devlet ve sivil toplum
ilişkisinde her zaman bir tansiyon ve bir çatışma vardır, ancak devletin bu
konudaki karnesinin son yıllarda hiç parlak olmadığını, sivil toplumun
güçlenmesi karşısındaki net duruşunu biliyoruz. Devlet, Türkiye’de sivil
toplumun gelişmesinin önündeki yolları kapatıyor.
Yazının başlarında sözünü ettiğim vasat hayatlardan kurtulmanın anahtarı da bize ödünç olarak verilen hayatlarımıza sahip çıkmanın yolu da sivil toplum örgütlerinde ve sivil toplumun güçlendirilmesinde bulunuyor.
Bugün iktidarda kim
olursa olsun, yarın iktidara kim gelecekse gelsin, bundan bağımsız olarak,
büyük S harfiyle ifade edebileceğimiz Siyaset’e yönelik beklentilerim ve
inancım gittikçe zayıflıyor. Önemli bir paradigma değişimi ve yeni bir
toplumsal yapılanma önerisi oluşturmadığı sürece, Siyaset yerine sivil toplumun
önemine ve gücüne, toplumun mikro birimlerde örgütlenmesine ve sahip olduğu
potansiyele gün geçtikçe daha çok inanıyorum.
Yarının toplumunu sivil toplum örgütleriyle birlikte ve yerel düzeyde inşa etmeye başlamak son derece mümkün. Gerçek siyaset işte tam da bu noktada başlıyor.


Yorumlar
Yorum Gönder