DEPREM
Deprem, en büyük korkumuz
ölümle bizi sosyal olarak yüz yüze getiren en derin trajedi kaynaklarından
birisi. Kuşkusuz doğal afetlerin hemen tamamı böyle; hepsi bizi toplumca ölüm
gerçeği ile yüzleştiriyor. Yine de bizim bu ülkede en çok karşı karşıya
kaldığımız afet deprem ve onun hayatımızdaki etki gücü diğer afetlerden daha
büyük. Sel, yakın tarihimizde sıklığı ve yıkıcılığı ile depremin hemen
arkasından geliyor ve iklim krizi nedeniyle bu gidişle hayatımızda daha da
etkili olacak.
İzmir depremi hepimizin
hayatında derin izler bırakan depremlerden biri olarak hafızamıza kaydedildi.
Depremde kaybettiklerimiz, bir mucize eseri hayata geri dönenler artık ortak
anılarımızın bir parçası; depremle özdeşleşen apartman isimleri unutulmazlarımız
arasına katıldı; Bayraklı sanki hepimizin bir dönem yaşadığı ortak mahallemiz;
depremde canlı kurtulan kedilerin, köpeklerin yüzleri hafızamıza nakşedildi; depremzedelerin
hayat hikayeleri artık hepimizin hikayesi.
2020 yılında bir çok
depremle karşı karşıya kaldık; perdeyi 24 Ocak tarihinde 6.7 büyüklüğündeki
Elazığ depremi açtı ve 30 Ekim’deki 6.9 büyüklüğündeki İzmir depremine kadar
ülkenin batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine kadar geniş bir coğrafyada farkı
büyüklüklerdeki bir çok depremle karşı karşıya kaldık.
Türkiye her ne kadar
uzmanlar tarafından bir deprem ülkesi olarak tanımlansa da yerel ve merkezi
yönetimlerin deprem konusunda gerekli önlemleri almadıkları bilinen bir gerçek.
Üstüne üstlük İzmir depreminin bize gösterdiği gibi, çürük raporu verilen
binalar ile ilgili olarak harekete geçme konusunda merkezi otorite ve yerel
otorite sorumluluğu birbirinin üzerine atıyor.
Peki, toplum yerel
yönetimlerin ve Hükümet’in yaşadıkları şehirde depreme karşı gereken önlemleri aldığına
inanıyor mu, toplum alınan önlemler konusunda ne düşünüyor?
Elazığ depremi sonrasında bu yılın Şubat ayında Türkiye’nin en büyük üç ilinde 18 yaş ve üzeri nüfus nezdinde Sia Insight tarafından gerçekleştirilen bir araştırmanın sonucuna göre, seçmenlerin yalnızca beşte biri yerel yönetimlerin ve yine benzer oranda bir kitle de Hükümet’in yaşadıkları şehirde depreme karşı gereken önlemleri alındığına inanıyor. Nüfusun büyük bir çoğunluğuna göre yerel ve merkezi otorite deprem konusunda sorumluluğunu yerine getirmiyor.
Bu temel araştırma
bulgusunun net bir şekilde gösterdiği gibi, üç büyük ilde yaşayanlar
kendilerini depreme karşı savunmasız ve yalnız bir durumda hissediyor, deprem
öncesinde gereken önlemlerin alınmadığına inanıyor.
İzmir depremi bu algının
ne denli gerçek olduğunu bir kez daha net bir şekilde bizlere gösterdi.
Deprem karşısında
yalnızız.
İzmir depremi sonrasında
merkezi yönetim sahipleri ve adayları deprem ile ilgili olarak bir çok
değerlendirmenin dışında son derece sembolik değerlendirmelerde de bulundular.
Erdoğan “Ben 5 vakit namazımda sürekli bu depremle ilgili dualarımı yaptım”
derken, Bahçeli depremin sonuçlarına “keşke riskli binalarda oturmak tercih
edilmeseydi” cümlesiyle yaklaştı. Kılıçdaroğlu’nun “Suriyelilere gelince para
çok ama bizim insanımız tabutlarda yaşıyor” cümlesi de depremin unutulmazları
arasına girdi.
İzmir depreminin bize
anımsattığı en önemli kavram dayanışma oldu. Geleceğimiz ve kurtuluşumuz
dayanışmada, kolektif hareketlerde. Bu depremden hayatımıza pozitif ve
dönüştürücü bir değer kalacaksa o da dayanışma olsun; Soma madencileri de bu
dönüştürücü değerin simgesi.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin
organize ettiği dayanışma kampanyalarını da bu noktada es geçmemek gerekiyor.
Bu kampanyalar yerel yönetimlerin hayatımızdaki öneminin bir kez daha altını
çizdi; insana gerçek anlamda dokunacak projelerin son derece hızlı ve çevik bir
şekilde nasıl hayata geçirilebileceğinin başarılı örneklerini sundu.
Geçmiş olsun İzmir. Geçmiş
olsun Ege. Ege’nin her iki yakasına da geçmiş olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder