NEFRETE İNAT, YAŞASIN HAYAT
Sabit günlerde yazı
yazmanın en önemli sorunlarından biri bazen gündemin hızına yetişememek, bizim
gibi gündem arsızı toplumlarda herhangi bir olayın konuşulup hızla bir kenara
atılmasının birkaç gün ardından düşüncelerini ve değerlendirmelerini paylaşmak oluyor.
Geçtiğimiz Pazar günü
Yesevi Alperenler Ocağı Eğitim ve Kültür Yardımlaşma Derneği’ne bağlı Fikirde
Birlik ve Mücadele Platformu’nun düzenlendiği LGBTİ+ birey ve sivil toplum
kuruluşlarını hedef alan Büyük Aile Buluşması mitingi de bu olaylardan biri.
Hatırlayacak olursak, bu miting dört ana hedef
çerçevesinde düzenlenmiş bulunuyor: Her türlü kitle iletişim aracında ve
ortamında LGBTİ+ varlığının sonlandırılması, LGBTİ+ sivil toplum kuruluşlarının
kapatılması, her türlü LGBTİ+ etkinliğinin yasaklanması ve LGBTİ+ varlığının
kriminalize edilerek bu alanda bir kanuni düzenleme yapılması. Fikirde Birlik
ve Mücadele Platformu’nun bir sonraki hedefi de meseleyi TBMM’ne taşımak.
Yaklaşık beş bin kişinin katıldığı söylenen bu
miting üzerine çok söz söylendi, çok yazı yazıldı. Bir iki gün içinde de konu
bir kenara kaldırılacaktır. Ancak, bu miting etrafında yaşananlar hiç de öyle
kolay kolay gündemden kaldırılmaması gereken önemli konulara işaret ediyor. Bu
yazıda bu konu başlıklarını gündeme getirmeyi istiyorum.
Büyük Aile Buluşması mitinginin en önemli özelliği
devlet ve vatandaş ilişkisinde bir ilke işaret etmesidir. Lafı dolandırmadan
söyleyecek olursak, Türkiye’de hükümet / devlet varoluşlarından dolayı ilk kez
kendi vatandaşlarının bir bölümü karşısında pozisyon almıştır. Burada altı
çizilmesi gereken kavram varoluş kelimesidir.
Tüm dünyada hükümetler LGBTİ+ bireyler, kimlikler,
sivil toplum kuruluşları vb. konusunda politikalar geliştirir; bu politikalar
bazen pozitif bazen de negatif yaklaşımlar içerir. Gün gelir dünyanın birçok
ülkesinde eşcinsel evlilikler ve eşcinsel çiftlerin ya da bireylerin evlat
edinmesi meşru bir zemine oturur, gün gelir dünyanın bir köşesinde LGBTİ+ sivil
toplum örgütleri bir anda yasaklanır.
Devletlerin gerçekleştirdiği yasal düzenlemeler bir yana, dünyanın birçok köşesinde LGBTİ+ bireyler onur yürüyüşlerini özgürce gerçekleştirebilir ya da bazı ülkelerde bu yürüyüşler yasaklanabilir; çeşitli toplumsal gruplar tarafından LGBTİ+ bireyleri ve kimlikleri destekleyen ya da onlara karşı çıkan mitingler gerçekleştirebilir. Bunlar günlük hayatın olağan pratikleri içinde yer alır.
Ancak, tüm bu toplumsal hareketlilik içinde bir
devletin taraf olması ve vatandaşlarının bir kısmı karşısında kendisini
konumlandırması pek karşılaşılan bir durum değildir. Türkiye’de Hükümet’in
LGBTİ+ hareketi karşısındaki tutumu ya da LGBTİ+ bireyler hakkındaki düşüncesi
oldukça net, tartışma götürmez bir şekilde açık. Üstelik Hükümet bu alandaki
politikalarını gün geçtikçe daha da sertleştiriyor. Ancak, devletin kurumları
vasıtası ile sırf varoluşlarından dolayı bir insan grubu karşısında tavır
almasını ve LGBTİ+ bireyleri hedef göstermesini ilk kez gözlemliyoruz.
Her ne kadar miting düzenleyicileri “biz bireyleri
hedef almıyoruz, bize LGBTİ+ kimlikleri dayatan küresel lobileri hedef
alıyoruz” dese de mitingin hedefleri düşünüldüğünde devletin bu mitinge açık
bir şekilde destek vermesi tartışmasız bir şekilde oldukça endişe verici bir
duruma işaret ediyor.
Tam da bu husus bizi Büyük Aile Buluşması ile
ilgili ikinci önemli özelliğe taşıyor. Bu miting Türkiye’de LGBTİ+
Hareketi’ndeki bir kırılma noktasına işaret ediyor.
Türkiye’deki LGBTİ+ Hareketi’ni kabaca üç ana evreye
ayırmamız mümkündür.
Hareketin birinci evresi aslında 1990’lı yılların
öncesine dayanan ve eşcinselliğin, eşcinsel kimliklerinin yasal düzlemde yok
sayıldığı döneme denk düşmektedir. Birçok Batı ülkesinden farklı olarak
Türkiye’de eşcinsellik hiçbir zaman yasaklanmamış, yasal açıdan bir suç unsuru
teşkil etmemiştir. Eşcinsellik ya da cinsel eğilim gibi kavramsallaştırmalar
hukuki düzlemde kendisine yer bulmamıştır. Ancak, bu, Türkiye’de eşcinselliğin
ya da LGBTİ+ bireylerin sorunsuz bir hayat yaşadıkları anlamına
gelmemektedir. Her ne kadar toplumsal
anlamda eşcinselliğe yönelik değerlendirmelerde son yıllarda daha pozitif
tutumlar yaygınlık kazanmaya başlasa da sonuçta 1990’lı yıllar öncesinde
eşcinselliğe ya da LGBTİ+ kimliklere yönelik olarak son derece zorlu
dönemlerden söz etmek mümkündür. Buradaki ana dönemeçlerden birisi de 12 Eylül
1980 askeri darbesidir. Bu darbe sonrasında saçları kazınarak İstanbul’dan
sürgüne gönderilen trans ya da travesti bireyler, sahne yasağı alan Bülent
Ersoy gibi ünlüler, Ülker Sokak başta olmak üzere Taksim bölgesinde yaşayan
transgender bireylere yönelik polis baskınları toplumsal bellekte yer
edinmiştir.
Hareketin ikinci ana evresi tam da LGBTİ+ bireylerin görünürlüğünün arttığı ve toplumsal örgütlenmelerin başladığı 1990’lı yıllar ile başlamaktadır ve günümüze kadar uzanmaktadır. Bir önceki dönem nasıl “yok sayma” ile özdeşleşmiş ise, bu ikinci dönem de “görünürlük ve yasaklama” ile özdeşleşmiştir. 1990’lı yıllar Lambda İstanbul ve KAOS GL başta olmak üzere LGBTİ+ örgütlenmeler etrafında görünürlüğün arttığı ve toplumsal taleplerin dile getirildiği bir dönem olmuştur.
Bugün başta üniversite kulüpleri ve dernekler
aracılığı ile olmak üzere Anadolu’nun birçok şehrinde LGBTİ+ bireylerin sivil
toplumun ana aktörlerinden birisini oluşturduğunu biliyoruz. Toplumsal
örgütlenme ve özellikle İstanbul başta olmak üzere onur yürüyüşlerinin gündeme
gelmesi tarihte ilk kez LGBTİ+ bireyler ile devlet kurumlarını da karşı karşıya
getirmiştir. 1993 yılında yapılacak ilk onur yürüyüşü başta olmak üzere
günümüze dek birçok sene onur yürüyüşü devlet tarafından çeşitli gerekçeler öne
sürülerek yasaklanmıştır. Bu yasaklamalara karşın LGBTİ+ Hareketi başta Gezi
olmak üzere birçok toplumsal eylemde aktif olarak yer almış ve toplumsal
görünürlüğünü ve etkisini arttırmıştır. Türkiye’de kadın hareketi ile birlikte
en etkin toplumsal hareketlerden biri de LGBTİ+ Hareketi olmuştur.
2022 yılı Türkiye’deki LGBTİ+ hareketi için bir
dönüm noktasıdır ve muhtemelen üçüncü evrenin eşiğindeyiz. İstanbul’da devlet
desteği ile gerçekleştirilen Büyük Aile Buluşması Mitingi geleceğe dair önemli
ipuçları sunmaktadır. Türkiye’de bugün LGBTİ+ bireyler sırf LGBTİ+ olmaktan
kaynaklanan çok önemli bir tehditle karşı karşıyadır. Mitingde konuşmacılar değil,
ama katılımcılar açıkça şiddete çağrı yapmıştır. Bunun yanı sıra, yılların
birikimini taşıyan örgütlenmeler tehlikededir.
Üstelik Türkiye’de yasal düzenlemeler cinsel
yönelim ya da cinsiyet kimliği gibi kavramları nefret suçu, nefret söylemi ya
da ayrımcılık gibi düzenlemelerin bir parçası saymamaktadır. Bu listeyi uzatmak
mümkün ve tarihsel bir kırılma anını yaşadığımız aşikar. Gelecek ayların neler
getireceğini birlikte göreceğiz.
Gelecek günler ile ilgili beklentiler bizi Büyük
Aile Buluşması’nın üçüncü önemli özelliğine taşıyor. 2023 yılında yapılacak
seçimin kazanananı mevcut iktidar olursa Türkiye’de LGBTİ+ bireyleri zor
günlerin beklediğini söylemek falcılık olmayacaktır. Peki, seçimi günümüzün
muhalefeti kazanırsa ne olacak? Geçtiğimiz Pazar günü düzenlenen miting ile
ilgili olarak Altılı Masa partilerinden hiç birisi, başta masanın ana aktörü
olan CHP, tek bir kelime etmedi. Bu CHP’nin LGBTİ+ bireyleri ilk yalnız
bırakması, sahiplenmemesi değil; onun şu anki önceliğinin mütedeyyin seçmenleri
küstürmemek, ürkütmemek olduğunu biliyoruz. CHP evrensel ilkelere dayalı bir
siyasetten fersah fersah uzak bir siyaset izliyor; tabii ki partinin esas ilkesi
bu da olabilir. Tek bir kelime etmediği için bilemiyoruz; varoluşundan
kaynaklanan tehlike altında olan seçmenlere dair bir kelimesi yoktur belki de.
Mitingin bizlere hatırlattığı evrensel ilkeleri
bir kez daha analım ve yazıyı bitirelim: Nefret söylemi, düşünce ve ifade
özgürlüğü değildir. Ayrımcılık suçtur. Bir insanın varoluşunu yok saymak, protesto
etmek açık ve net insanlık suçudur.
Yorumlar
Yorum Gönder